Haberler

25. Türkiye Felsefe Olimpiyatı'na Öğrencimiz Zeynep Kurt ile Katıldık

202101111442331 5ffc39a99664d

Türkiye Felsefe Kurumu başkanlığında düzenlenen ve uluslar arası bir yarışma olma özelliği taşıyan felsefe olimpiyatları; genç zihinlerin, çağdaş dünyanın düşünsel problemleri üzerine düşünen, eleştirel düşünme becerisine sahip bireyler olmalarını amaçlar. Türkiye Felsefe Olimpiyatı’nın yirmi beşinci organizasyonu, 6 Aralık 2020 tarihinde salgın koşulları sebebiyle elektronik ortamda gerçekleşmiştir. Okulumuz 12-N sınıfı öğrencisi Zeynep KURT; ünlü Türk düşünür Hilmi Ziya ÜLKEN’in bir sözüne atıfta bulunarak yazdığı felsefi deneme yazısıyla yarışmada bizleri gururlandıran bir başarı elde ederek Türkiye on birincisi olmuştur.

Öğrencimizi ve öğrencimizi hazırlayan öğretmenlerimizi tebrik ediyoruz.

Öğrencimiz Zeynep Kurt'un yazısı aşağıdadır.

3. Alıntı 

Zeynep Kurt (TED Ankara Koleji)

SANATIN DEVAMLI BİR SÜREÇ OLARAK OKUNUŞU

Sanat, üretimin en kişisel ve öznel biçimlerinden biridir. Bundandır ki sanat ve zanaat olarak ayrılmış üretimin zanaat kısmı, üretimden başka bir amaç taşımadığı, ürününü duygu, tecrübe, his taşıma aracı olarak kullanılmadığından sanayi devrimiyle yok olmaya yüz tutmuştur. Kodlanmış algoritmalarla öyküler yazan, müzik besteleyen makine üretme çabaları ve bu makinelerin sanat üretip üretmediği sorunsalı bir tarafta dursun, bugün sanat, diğer üretim biçimlerinin aksine pratikte halen insanındır ve insana özgüdür. Bu bağlamda, sanatı, sanayi devrimi öncesi üretimin bir örneği olarak yorumlayacak olursak, ustanın tanımı, konumu değişse de sanat halen bir usta-çırak ilişkisidir.

Sanatı insandan insana yapılan bir aktarımın aracı olarak tanımlayalım, hem sanatçıyı hem sanatın alımlayıcısını birer nokta kabul edelim, iki noktaya sonsuz eğrilerle, dolambaçlı yollarla ulaşılabilir ama iki noktadan tek doğru geçer. Bu doğru, sanat eserinin ta kendisidir. Sanatçının kendini ve alımlayıcısını konumlandırdığı noktalar, bu iki nokta arasındaki uzaklık gibi değişkenler her sanatçı için doğrunun farklı olmasını sağlar ancak sanatçının kendini ve alımlayıcısını konumlandırış şekli yani toplumunu ve kendini ölçme biçimi, bakış açısı; hiçbir sanatçı için sürpriz değildir. Bu içine doğduğu aile, toplum, dönem, etkilendiği insanlar, alımlayıcısı olduğu sanat eserleri, kendisini ve kişiliğini yaratan sürecin bir ürünüdür. İşte bu süreç, onu şekillendiren, onu olduğu konuma getiren, biçimlendirendir yani ilk ustasıdır. Şair Joe Bousquet, “Yaralarım benden önce de vardı, ben onları bedenimde taşımak için doğmuşum” der. Bu söz, insanın sürecin sadece bir parçası olduğunu, kadim olanın “yaralar” değişenin ise “yaralananlar” olduğunu ifade eder. İnsan, insanlık tarihinin birikimidir. Carl Gustav Jung, kolektif bilinçaltı kavramı bu iddiayı destekler niteliktedir. Böylesi bir bilinçaltı yapısına göre, zihnimiz ve dolayısıyla zihnimizden türeyen her türlü düşünce, yaşayış ve algılayış biçiminin kökeni, evrimsel süreç içinde hayatta kalmak için bedenimizle beraber evrilme zorunda kalan ortak bir zihin gibidir. Örneğin her insanın iki çift gözü vardır, kimilerinin gözleri kahverengi, kiminin yeşil, kimin kısık kiminin büyük olsa da ortak olan, aynı amaca hizmet eden bir organın insanların tamamında bulunuyor oluşudur. Bilinçaltı da buna benzer. Evrimsel süreç içinde bedenimiz bu süreç içinde değişime itilirken zihnimiz aynı kalıp atalarımızın düştüğü aynı yanlışa düşüp aynı sonuçları almamız, doğadaki varoluşumuzu tehdit ederdi bu sebepten zihnimiz de evrildi. Bilinçaltı herkes için özdeş değildir ancak bugün ortaya çıkış sebebi salt bir korunmaya dayalıysa bile hepimiz insanlık tarihini sırtlanmış durumdayız. Bunu sanat üretimi bağlamında okuyacak olursak, sanatçı her insan gibi insanlığın bütün yaralarını sırtında taşır. Diğer insanlardan farkı bu yaralarının bilincinde olması ve onları dışa vurmasıdır yani sanatçının ilk ustası, insanlığın kendisi ve nesillerdir taşıdığı kolektif bilinçaltı, yaralarıdır.

Usta ve çırak ilişkisi içinde olan sanatçının iki ustası vardır, biri onu sanat üretimine iten, birçok bileşenden oluşan bilinçaltında taşıdıkları, yaraları, diğeri ise çırağını kendisinin devamı gibi yetiştiren tek bir kişi, ustadır. İki nokta ve doğru alegorisine geri dönecek olursak kimi sanatçılar için bu noktaları konumlandırmak ve doğruyu çizmek, kendiliğinden değilse de olgular zinciridir, kimileri içinse bu öğretmen öğrenci, usta çırak ilişkisine göbekten bağlı, bir yol gösterici sayesinde gelişir. Sanatın, üretimi araç olarak kullanmasından dolayı sanayileştirilemediğine değinmiştik, o halde sanatı amacı bağlamında değilse de ortaya konuluş biçimi ile sanayi devrimi öncesi/ sanayi devrimini gerçekleştirmemiş toplumlardaki üretimle kıyaslayabiliriz. Sanayisi gelişmemiş toplumları özellikle bu toplumların küçük yerleşim birimlerindeki hayatlarını incelediğimizde diğer ülkelere pazar olması yüzünden üretimleri azalsa da zanaatlarını devam ettirmekte direnen zanaatkarları görürüz. Bu zanaatkarlar yalnız bir kişi değildir, çocuklarına veya yöredeki küçüklere de işlerini aşılamaya uğraşan kendilerini çoğaltmaya ve zanaatlarını devam etmeye uğraşan topluluklardır. İşte usta çırak ilişkisi böylesi bir yapıya sahip olan sanatçılar da bu zanaatkar topluluklara benzerler. Usta, ustasından öğrendiği doğru bildiği yolu çırağına öğretir ve bir gelenek oluştururlar. Gelenekte noktaların nerede durduğu, doğrunun nereden çekilmesi gerektiği somuttur, gelenek bu bağlamda modernin karşısında olan değildir sadece bir metottur. Orta Anadolu’daki abdal kültürü böyle bir gelenektir örneğin, Abdal kültürünün son temsilcilerinden Neşet Ertaş, bu kültürü ve ustalık-çıraklığı söz ederken babasıyla arasında geçen şu diyalogu da ekler; “ "Baba," dedim "Neden sen kendin beste yapmıyorsun, türkü üretmiyorsun?" dedim. "Oğlum," dedi "ozanlar birbirinin devamıdır." dedi. "Eğer benim demek istediğimi benden evvel gelip giden bir ozanımız yazmış, gitmiş ise bana o bir miras bırakmıştır. Saygıyla anarak onun sözlerini havalandırırım." dedi.” [1]

Bu diyalog usta-çırak ilişkisini tanımlamak adına bize bu ilişkinin artık bir gelenek halini almış olduğunu ve asıl olanın bu gelenek içinde kendini var etmek değil, geleneği sürdürmek olduğunu söyler, gelenek artık insanlardan bağımsızlaşmıştır. Batı felsefesinde buna bir çeşit sanat metodu, akım diyebiliriz. 

Böyle bakıldığında esasında toplumsal bilinçaltı, yaralar, ozanların devamlılığının tamamının kökeninde bir çeşit devamlılık, süreç ve birbirlerinden ayırmaya kalktığımızda gelenekler vardır ki bu da somut bir usta çırak ilişkisidir. Özellikle küreselleşmemiş yerel bölgelerde gelenek birebirdeki usta-çırak ilişkisiyle korunur ve sonrakilere yol olurken, modern dünyanın içinde eserlere, bilinçaltımıza, yaralarımıza saklanır bugün kimi sanatçıların farkında olmadığı halde üretiminin tetikleyicisidir. O ya da bu şekilde, her iki dünyada da usta aynıdır ve bu usta bir insan olduğu kadar sürekli bir gelenek, bir o kadar bilinç, tarih ve kültürdür. Ozanlar birbirinin devamı olduğu kadar insanlar da birbirinin devamıdır ve üretimin, hele ki insanın ta kendisi için yapılan üretimin yani sanatın bu devamlılığın bir ürünü olmaması mümkün değildir. Sanat idesi ve bu idenin somut bir ürüne dönüşmesi dolaylı ya da doğrudan bu sürece ve sürecin devamlılığına bağlıdır. Sanatçı önce çırak sonra usta görevini yüklenerek sürecin devamlılığını sağlar, kendini ister bütün dünyadan soyutlasın ister bunu içselleştirsin, sanat idesine hizmet eden yolların tamamı sanatın kendisine ve bu devamlılığa çıkar. 

 [1] Garip- Neşet Ertaş Belgeseli 1. Bölüm

 https://www.youtube.com/watch?v=eS_m8T_z5uw

Son DüzenlenmeSalı, 12 Ocak 2021 12:13