Haberler

Düşün Yaz Felsefi Deneme Yazma Yarışmasında Türkiye 6.sı Olduk

Lise öğrencilerinin, felsefenin temel sorunları hakkında düşünebilmeleri, okuma, anlama ve yorumlayabilme becerisi kazanmalarını, tutarlı düşünebilmelerini, düşündüklerini temellendirebilmelerini, felsefi bir dille, felsefe kavramlarını kullanarak yazı yazabilmelerini, felsefeyi yaşamı anlamlandırma çabasında kullanabilmelerini sağlamayı amaçlayan İzmir Felsefeciler Derneği ve İzmir Amerikan Koleji birlikteliği ile gerçekleştirilen Düşün Yaz Felsefi Deneme Yazma Yarışması 2019’ da öğrencimiz Mert Ata UZBİLEK (11- K) 995 öğrencinin katılım sağladığı bu etkinlikte Türkiye 6. olarak gururumuz olmuştur. Öğrencimize Felsefe Zümre Başkanımız Müge Dölek rehberlik etmiştir.

Öğrencimizi kutluyor, başarılarının devamını diliyoruz.

KAPALI BİR KUTUDA FARE, SAĞA MI SOLA MI DÖNECEĞİNİ SEÇEBİLECEĞİNDEN, KENDİNİ ÖZGÜR SAYAR
MERT ATA UZBİLEK

 

Tarihin her basamağında; gerek zayıf bir irade, gerekse sorumluluk hissinden kaçınma gereksinimi sonucu insanlar, kalabalık kitleler halinde yönetilmiştirler. Gözlemlenebileceği üzere, yönetim alanında muhtelif fikirler öne atılmış, yüzlerce farklı egemenlik tanımına, aynı miktarda teori öne sürülmüştür. Bunun sonucunda oluşan yönetim biçimleri, yöntem bakımından farklılık göstermiş, araç olarak kullandıkları farklılaşmış ancak temelde aynı şeyi hedeflemiştir: Güçsüzün, güçlüye itaati. Bu düşünceye karşı sunulabilecek bir karşı-argüman, Jean Jacques Rousseau gibi halkın iradesini ön plana çıkarma amacına sahip düşünürler olabilir. Burada amaç aslında farklı değildir. Yalnız -Rousseau'nun "Toplum Sözleşmesinde" belirttiği gibi- güç, ilkel hayatın zorunlu kıldığı içtepi veya iç dürtüler değil, "Egemen aklı" vücuda getiren, medeni insanın sağduyusu ve mantığıdır. Bu noktada dil ile ilgili çalışmalarıyla öne çıkan Amerikalı düşünür Noam Chomsky'den verilen alıntının ilk cümlesinde görüldüğü gibi, özellikle monarşik, oligarşik, teokratik hatta bazı meşruti yapılarda ( örnek olarak 1876'da Osmanlı İmparatorluğu'nda ilan olunun I. ve II. Meşrutiyet dönemleri), bu sağduyu ve mantıkın aksi yöne çevirilerek, halkın kendini değil, hükmedenin halkı yönetmesi maksadıyla kullanıldığı söylenebilir. Bu çevirme hareketinden kasıt, bu kavramları yok ederek, insanların düşünmelerine sınır koymaktır ki bu, esasen "düşünmek" fiilinin özüne ters düştüğünden, bilfiil, düşünmeyi engellemektedir.

 

Düşünmek; bir alışkanlık haline gelen, bilgilerin, özgün fikirler ile harmanlanması sonucu meydana gelen, aslında insan varlığının birincil kaynağıdır. Descartes'in "Düşünüyorum, öyleyse varım" saptaması buna bir örnektir. İnsan; yetiştiği koşullar altında, iletişime geçtiği, canlı cansız her türlü varlıkların etkisi altında düşünsel faaliyetini yetiştirir ve geliştirir. Fakat, düşünmek eyleminin birincil temeli dildir. İnsan dili ile düşünür, -Chomsky'nin dil ve zihin kuramı ile paralel- zihninde yeşillenen düşünceleri dili ile ifade eder.(i) Bu noktada Antik Yunan Felsefesinin en önemli isimlerinden (Whitehead'in bütün batı felsefesinin ona düşülmüş bir dipnot olduğunu ifade ettiği) Platon, doğudaki ismiyle Eflatun, "Düşünmek, sessiz konuşmaktır" diyerek dil ile düşünce arasındaki ezeli ilişkide dil mefhumunu bir adım öne koymuştur. Verilen alıntının son cümlesi ile aynı çizgide olmak üzere Alman Analitik Felsefeci Ludwig Wittgenstein'ın "dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır" cümlesini ile dil işe yaşam arasındaki zorunlu bağı gözler önüne sermektedir.

 

Alıntıda geçen, "(...) ama o alan içinde 'canlı' tartışmaların yapılmasını sağlamak, hatta insanları o alan içinde kalmak koşuluyla daha 'muhalif' ve 'eleştirel' olmaya cesaretlendirmektir." kısmı, tüm distopya ve hayata geçmiş distopik yönetim biçimlerinin ortak paydasıdır. Buna verilebilecek en açıklayıcı örnek, İngiliz Edebiyatının usta kalemlerinden George Orwell'in "1984" adlı yapıtındaki sistemdir. Bu sistemde öncelikle 'edilgen kılınmak istenen' halk, iki sınıfa bölünmüştür. Kendilerine daha üst olduğu lanse edilen sınıfın, 'proles' olarak adlandırılan ve aşağı görülen sınıfa yukardan bakası sağlanmıştır. Halbuki, insanının mutluluk ve neşesine hizmet edecek her gereç, aşağı tabakada mevcuttur ancak 'itaatkar kılınmak istenen' sınıf üst tabaka olduğundan, bu gereçler onlara kötü olarak tanıtılmış, düşünme açıları açıkça daraltılmıştır. Öte yandan, dil ile ilgili yapılan çalışmalar, tamamen alıntıyla paraleldir. Yeni bir lisan oluşturan hükumet, insanların biricik düşünme mekanizmalarını, dillerini, kısıtlayarak onları silahsızlaştırmış ve tektipleştirmiştir. "Çirkin" kelimesi yerine "güzel değil", "çok iyi" yerine "artı iyi", "muhteşem" yerine "çift artı iyi" gibi kelime kalıpları öngörülmüştür.Böylece kişiler, kelime dağarcığını, yani düşündüğü en temel hazineyi kaybederek, düşünme işlevi ve özgürlüğünden mahrum kalırlar.

 

Özgürlük kavramı her birey için farklı anlamlar ifade etmesinin yanı sıra, önüne getirilen kelime ile oluşturduğu bağ da farklı olabilir. Fakat, özgürlük kavramı altında bulundurduğu her türlü kelimeye bir "irade" eklemesiyle tanımlanabilir. Seyahat özgürlüğü, baskı altında kalmadan konum değiştirme manasına gelirken, düşünme özgürlüğü, tamamen bireysel fikir üretme manasına gelir. Tüm bunlar uzaktan insanlara cazip gözükse de, yaklaşan özgürlük yani irade kavramı beraberinde sorumluluk denilen bir kavram getirir ki, bu kavram geniş kitlelerce uzak durulan bir kavramdır. Sorumluluk, kısa vadede insanın mutluluğuna ket vururken, uzun vadede her insana fayda sağlayacağı düşünülür. Yani insanlar sorumlulukları sınırınca özgür olabilirler ve özgür oldukları boyutta sorumluluk sırtlarına yüklenilir. Felsefe tarihinde, bilhassa ahlak konu başlığı altında oluşan ihtilafların kaynağı bu ilişkiden öne gelmiştir. Bu noktada bir takım insanlar; özgürlüğü altın tepside sunulmuş, kolay ulaşılabilir ve istenilen ölçüde sahip olunabilir bir kavram olarak ele alırken; bir grup bunun anlamsız olduğunu, insanın belirli bir öze sahip olmadığından bu özü kendisi inşa etmesi gerektiğini ve bunu içinde sürekli karar verme ve eylem yapma zorunluluğunda olduğunu savunur. Bir grup ise; özgürlüğün var olmadığını, bizim yerimize birinin veya bir şeyin karar verdiğini savunur. Bu noktada Chomsky'nin "(...) özgürlüğün var olduğu hissini verirken tartışmalara sistemin koyduğu sınırları dayatır." cümlesinde konulması öngörülen sınırlar düşünceyi - böylece iradeyi- yok etmeyeceğinden 'determinizm' olarak değerlendirilemez. Öte yandan tamamen bireysel bir yapı olmaması 'indeterminizm veya oto-determinizm' fikirleriyle de tam anlamıyla örtüşmez. Burada yapılan kontrol, yanılsalamalarla kurulmalı ve ustalıkla yönlendirilmelidir.

 

"Hür olmadıkları halde, kendilerini hür sananlar kadar hiç kimse esir olamaz" cümlesini, Alman filozof Johann Wolfgang Von Goethe sarf etmiştir. Bu cümle ile aslında, düpedüz bir dikta rejiminin, bir hürriyet sanrısı yaratmak şartıyla, esaret düzeninin uygulanmasından daha az vahim olduğunu belirtir. Bunun sebebi, bireysel özgürlüğün varlığa inanan bir beynin, zincirlerini sorgulamamasıdır. Daha önce de belirtildiği gibi, "sorgulama" , halkını edilgen kılmak isteyen bir yöneticinin baş düşmanıdır. Bu bağlamda, bu tür bir yöneticinin isteyeceği tek şey "indeterminizm veya oto- determinizmin" olduğunu fikrine, sarsılmaz köklerle bağlı, hatta bu uğurda tartışmalara girebilecek bir kitlenin, "determinizm" düşüncesini, başka dünyalara ait bir kavram olarak görmesidir. Böylece 'eleştirel' olabileceğini zanneden insan, hapsolduğu sınırların farkına varamaz. Tüm bu manipülasyon ve kontrol mekanizmasının oturtulmasında en önemli etkenlerden birinin, alıntının sahibi Chomsky, bizatihi olarak medya olduğunu söylemiştir. Ona göre medya vasıtası ile bilginin kirletilmesi veya istenen doğrultuda yontulması ve bu bilgi kirliliğin evlere servis edilmesiyle sınırların çizgileri kesinleştirilir. Yine Chomsky'e ait “Nasıl oluyor da ortalıkta dolaşan bu kadar çok bilgi olmasına rağmen çok az şey biliyoruz?” soru cümlesi, kitle iletişim araçlarınının kullanım gayesini açıkça anlatır.(ii)

 

Sonuç olarak, bir bütün halinde idare edilmek istenen toplumların egemenlik altına alınması, apaçık bir ceza veya şiddet kullanımıyla değil, insanların akıl erdirebileceği düzeyde mevcut olan düşünce alanlarını mümkün olabildiğince azaltmak- ki burada en önemli araç dildir- böylece insanları inandıkları ideallere bağlı tutarak, bunların bir özgürlük ortamı neticesinde var olduğuna inandırmak ile olur. Bu kutu içinde yaşamlarını sürdüren insanlar, yaratılmış bir yanılsama sonucunda, otoriteye  başkaldırı olarak eleştirel bir takınabilirler fakat bu tavır yine iktidar sahiplerinin isteyeceği, bu suni ortama "canlılık" katacak bir olaydır. Bu sayede sistem hem inşa ettiği duvarları güçlendirecek hem de onları görünmez kılacaktır. Bu anlatılanların akisleri dünyanın her bucağında görülebilir ve tarih içinde, getirdiği hezeyanlar ile kendine yer bulmuştur. İşte bu sebeptendir ki Türkiye Cumhuriyeti'ni inşa ederken Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk, hayranı olduğu Tevfik Fikret'ten ilham alarak, öğretmenlere hitap ederken onlardan,  "fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller" istemiştir.

 

(i) https://dusunbil.com/noam-chomskynin-zihin-ve-dil-kurami/

(ii) https://aklinizikesfedin.com/noam-chomskye-gore-medyanin-toplumu-kontrol-etmek-icin-kullandigi-10-strateji/

Son DüzenlenmePazartesi, 27 Mayıs 2019 08:28